13 Ocak 2011 Perşembe

BİR EFE YÜRÜYÜŞÜNÜN İNCELENMESİ

Anadolu coğrafi konumu itibariyle dünyanın en ilginç konumlarından bir yerde…

Anadolu’nun da batısında dünya tarihine eski çağlardan beri beşiklik etmiş efsanelere, mitolojik kahramanlara ev sahipliği yapmış Ege var… Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit adına kutsal törenler yapılan antik Aphrodisias kenti Ege’dedir örneğin. Yazları kurak ve sıcak kışlar ılık ve yağışlı geçer bu bölgede. Coğrafya ve iklim koşulları mutlaka ki insanlara yansıyor. Mesela Karadeniz horonu Karadeniz insanını, o bölgeyi anlatır. Folklor danslarında dalga hareketi vardır. Bölge dağlık alandadır ve az yer vardır o yüzden dans hep oldukları yerde geçer. Havada soğuktur bu dansın ritmine yansır. Ege’de ise geniş alanlar ovalar olduğundan bizim efeler döner dolaşır turlar atarlar ve hava ılıman olduğundan efelerimiz şort şalvarlar giyerler. Şort şalvarlı kostümü olan başka bir yörenin halk oyununu da çıkartamıyorum şimdi. Efelerin hareketleri de oldukça ağırdır. Ağır fakat heybetlidir.

Ağır olmak, yavaşlık sıcaktan olabilir. İnsanlar koşuştururken düşünecek fırsat bulamazlar, ağırlığın ve yavaşlığın insanları sanat ve felsefeye yönelttiği de bölge tarihi göz önünde bulundurulduğunda doğru olduğu kabul edilebilir. Ağırlık tembellikle karıştırılmamalıdır. Zira ağaçlarından yağ, bal akan, verimli topraklardan ve ovalardan oluşan bu yörenin insanlarının tembel olması söz konusu olamaz. Sıcaktandır ki buralarda yaz Mayısta başlar, Ekim’de biter. 5 ay yaz yaşanan bir bölgede iş hayatı yavaşlar mı tartışılır. Yani efelerin ağır, sağlam ve heybetli yürüyüşü Egeli erkeklere yansır mı tartışılır.

Egeli kadınlar da farklıdır. Bir patates cipsi reklâmında kendi doğal haliyle oynayan Ödemişli teyze sıcaklığındadır belki Ege insanı. Ödemişteki patates tarlalarından sesleniyor teyzemiz. Egeli kadınların sıcaklığını ve samimiyetini çok güzel anlatır bence o teyze. Ben bir İzmirli olarak 3 büyük şehirde de yaşadım. Egeli kadınların farklarını somut olarak gözlemlemem ilk olarak İstanbul’da oldu. Üniversite öğrencisi olduğum İstanbul’daki ilk yılımda, anneannemi ve büyük teyzemi, İzmir’den beraber geldikleri grupla, Türk Kadınlar Birliği yürüyüşünde kadınlarla ilgili bir konuda pankart taşırken gördüğümde ben bile etkilenmiştim. Türkiye’den yaş ortalaması 65–70 olan başka bir kadın grubu da yoktu orada. Egeli kadınlar bir de güzellikleri, hoşluklarıyla meşhurdur. İzmir’in kızlarının güzellikleri de dillere destandır resmen. Bu biraz da bilimseldir. Çünkü kadın ve erkeğin genleri ne kadar farklı olursa doğacak çocuğun güzel, sağlıklı, akıllı olma olasılığı o kadar artıyor. Genler aynılaştıkça bu oran tersine artıyor. O yüzden akraba evliliklerinde çocuklar sakat olabiliyor. İzmir de yüz yıllardır göçlerin merkezlerinden olmuş, değişik yerlerden gelen insanlar İzmir’e yerleşmiş dolayısıyla İzmir’in insanlarının, kızlarının güzel olması mantıklı. Tabii bu güzel ve etkin kadınların kocaları, ağabeyleri, babaları, oğulları olmak da İzmirli erkeklerin profillerini anlatmaya yarar sanırım.

Kadıyla, erkeğiyle, üzerinde yaşadığı bereketli topraklarla, çağlar öncesinden sızan tılsımlı kültürel mirasıyla, Anadolu’nun en batısında olmanın yüklediği anlamları taşıyan bir coğrafyadayız. Ama hala iyi eğitim almış, iyi yetişmiş gençlerimiz buranın elit bir taşra olduğunu düşünüp ilerlemek için İstanbul’a gidilmesi gerektiğine inanan gençlerimiz var. İlginç bir noktadır ki, Türkiye’nin ilk iktisat kongresi de Ege’de İzmir’de yapılmıştır. Bu bir tesadüf değildir sanırım. Ege, insanıyla, potansiyeliyle kendisine yakışır adımları atmalı ağır, kendinden emin ve heybetli tıpkı bir efenin yürüyüşü gibi.

Festival gibisin, katılmak istiyorum....

Gül söylemez gizini
Güvercin kaybeder izini
Akarsu bulur denizini

Havai fişeklerle hayatı kutlarsın

Sezen Aksu

Türkiye kutlamalar açısından da başka pek çok alanda olduğu gibi zengin bir birikime sahiptir.‘Kutlamalar’, festival, bayram, şenlik, şölen, anma töreni gibi pek çok terimi çağrıştırır.

Kırşehir’de Ayı Gezmesi, Ankara’da Köse gezdirme, Sivas’ta Saya Gezme, Bolu’da Ferfene, Manisa’da Mesir Şenliği, Erzincan’da Hızır Cemi, İskenderun’da Yumurta Bayramı, Samsun’da Çiğdem Günü, Hıdrellez, Mayıs Yedisi, Yağmur Duaları, Yayla Şenlikleri, Bağbozumları, Aşure Şenlikleri…

Gediz’de Tarhana festivali, Maçka’da Kültür ve Sanat Festivali, Şaphane’de Kiraz Festivali, Maçka’da Kültür ve Sanat Festivali, Eşme Kilim Festivali, Ünye Kültür Sanat Turizm Festivali, Sarımsak Festivali, Domates Güzelleri…

Hayatı kutlamak, yaşamı kutlamak, nereden neden ve nasıl çıkmış peki ortaya?

Dünya var olduğundan beri insanlar sadece savaşmamış, şenlikler, kutlamalar da insan hayatının bir parçası olmuş. İyi ki de olmuş, festival gibi olmasa hayata başka türlü nasıl katılmak isterdik? Nasıl katlanırdık?

Festivaller, Şölenler, Bayramlar,

Karnavallar ve Şenlikler

Üzerine

En eski çağlardan beri, dünyanın çok sayıdaki farklı toplumlarda, yeni yılı, mevsimleri ve farklı pek çok şeyi toplu törenlerle kutlamak bir gelenek olmuş. Bu törenler basit bir eğlence ya da oyalanma değil, özünde, insanın yaşam kaynakları üzerinde denetim sağlamaya da çalışmış, çok farklı nedenlerle de yapılmış. Ve insanlığın tarihi kadar eski bir olgu olarak günümüze kadar ulaşmış.

İngilizce bir kelime olan ‘ritüel’ ‘ayinle ilgili olan’, ‘tören’ diye geçer sözlüklerde.

Hayattaki karşılığı nasıldır acaba bu kelimelerin? Tören, ‘Kutsal’ olan ile ilgili simgesel ve öteden beri var olan anlamlar taşıyan geleneksel eylem ve uygulamaların bütüne denmiş. Bu uygulamalar ‘ayin’- ‘tören’ (ritus) kavramının özünü oluşturmuş. Bu eylemlerin belirli bir sistem içinde bir araya gelmeleriyle ‘tören’ (ritüel) meydana gelirmiş.

Uzun yılların birikimi olarak ‘gelenek’ tarafından belirlenen törensel davranışlar bu eylemlerin temelini oluşturmuş. Tüm bu olup bitenin temel amacı ise ‘kutsal’ olanın, ‘özel’ olanın, zaman içinde bozulmadan aktarımıdır. Tersi bir durum belki de evrenin düzenini yıkacak, dengeyi bozacakmış.

Bu özel kutlamalar, içinde bulunduğu topluluğun sosyal düzeni içinde ‘kutsal zaman’ ve ‘kutsal mekân’da gerçekleştirilirmiş. ‘Tören’ in esas amacı ait olduğu toplum için doğa ve kültür arasındaki ilişkiyi kurması imiş. Kutlamalar özünde evrenin birliğini ve bütünlüğünü onaylar gibiymiş. Bu kutlamalar aynı zamanda insan köklerini ve yaşama bağlılığını güçlendirmeye yararmış. Yaratılan yoğun duygular ve genişleyen bilgi sayesinde toplumsal bilinç düzeyini yükseltirmiş.

Tüm bu uygulamaların kaynağı, gelenekler, doğa ve efsaneler olmuş. Efsaneler, mit (mitoloji), menkıbe gibi halk anlatıları ‘kutsal’ olanın bilgisi ise, ‘ ayin (ritüel) ’ ‘tören’ bu bilginin doğrudan aktarılışı uygulaması olmuş.

Dünya var olduğundan beri, dünyayla beraber var olan hemen her olayın ‘tören’ (ritüel)i olmuş, bu zaman içinde festivalleri, karnavalları, şenlikleri, bayramları doğurmuş.

Yağmur duaları, ürünlere nazar değmemesi, bereket sağlamak için boynuz ve başka nesnelerin tarlaya ya da ağaçlara asılması gibi nesneler asılması çok yaygın olmuştur. Kurban törenleri, yaşamda bir evreden diğerine geçiş aşamaları törenleri gibi. Düğünler, sünnetler, cenazeler, doğum günleri gibi.

Ülkemizde yörelere has ürünlerin ad sahipliğini yaptığı karpuz festivali, kavun festivali gibi ve birçok yayla kendi festivallerine ev sahipliği yapar olmuş.

BİR İNSANI SEVMEKLE BAŞLAYACAK HERŞEY....


Dünyayı güzellik kurtaracak…
Hava martılar ışıklı şehir
Sarhoş ediyor beni yosun kokusu
Hilesiz kucaklamak istiyorum
Dünyayı şehri ve seni

Zülfü Livaneli

Bir varmış bir yokmuş dünya denilen bir yer varmış. Zeki Müren adlı bir sanatçının eski bir şarkısında şu sözler varmış:
Aşkın sırrı bilinmez, arkasından gidilmez
Bu yoldan giden yolcu, bir daha geri dönmez
Bu dünya yalancı bir dünyadır
Gözleri görmeyen âşık olandır
Gördüklerimiz hepsi hayaldir
Allah’ım bu yolcuyu uyandır
Açma gönlümdeki derin yarayı
İstemem tacı, tahtı, sarayı
İşte bak geçiyor düğün alayı
Gel unut artık bu yalan dünyayı
Yıl olmuş 2010. İşler artık çığırından iyice çıkmış. Kötülük egemen oluyor gibi gözüküyormuş. İşler sarpa sarmış tüm dünyada. İnsanlar yaşayacak başka dünyalara, kendilerini kurtaracak uzaylılara bile merak salmaya başlamışlar. Tüm bu karmaşa içinde Çağan Irmak adlı İzmirli genç bir yönetmen bir film yapmış. Filmin adı ‘Prensesin Uykusu’ olmuş. Kötülük ve iyiliğin olduğu bir dünyadaki prensesin uykusunu anlatmış. Ve bu yönetmen de ‘iyiliğin aslında gerçek zekâ gerektirdiğini ve iyiliğin aslında daha güçlü olduğunu’ savunuyormuş. Bunun tam aksi gerçek gibi gözükse ve gösterilse de. Sadece iyilik ve kötülüğün savaşı yokmuş. İnsan denilen tür bu dünyada birbirlerine saygı duymak ve bu mücadeleyi birlikte götürebilmek için birbirlerine yardım edip destek olacaklarına, birbirlerine her tür saygısızlığı yapıp birbirlerine köstek olmak konusunda hiç geri kalmıyormuş. Sait Faik adlı bir yazar varmış bağırmak istemiş bağırmış: ‘Kiraz mevsiminin para kazanmak değil, sevişme vakti olduğunu’. Ama bazı insanlar artık neyin işlerine gelip neyin gelmediğini ayırt edemez hale gelinceye kadar her şeyi işlerine geldiği duyar olmuş. Ve bazıları tembellik, aylaklık, çalışkan olma hali ve insanlıktan çıkma halini birbirine karıştırırlarmış. Şimdi nar mevsimi mesela, Sait Faik tembelliği savunmuyordur başka bir bildiği vardır belki demezlermiş. Zaten artık mevsimler bile kendilerini şaşırmış. Yazın kış kışın yaz olabiliyormuş. Herkes büyük bir ciddiyetle ve büyük bir hırsla ayakları yere sağlam basar bir şekilde yürüyormuş bu yolu. Oysa ciddiyet belki de çağın en büyük hastalığıymış. Ayakların yere basması ne demek bunu hiç düşünmezlermiş? Hangi yer? Çekemez, kıskanırlarmış insanlar birbirini. Çekememezlik ve kıskançlık insanı olduğu durumdan ileri götürmezmiş. Var olan durumunu daha büyük bir cehenneme çevirirmiş. Çünkü insan sadece ve sadece kendisi ile yarışabilirmiş, yani en fazla dünkü hali ile. Herkes bıraksa bütün bunları ve mahallesinde en az 1 kişiyi gülümsetse, 1 kişiye yemek ikram etse evrene yayılacak olumlu dalgalar müthiş bir bolluk ve bereketle ona geri dönermiş. Bu basit sırrı bilse insanlık ve insanlar çok şey kazanacaklarmış. Güzellik içten dışarıymış. İnsanlar yemek ikram etseler o kişiye bunun nasıl bir çıkarı olduğunu düşünüp düşündürtecek seviyeye inmişler. Oysaki güzelliğin bile zekâtı varmış, bilginin, gücün ve paranın olduğu gibi. Ve güzellik bir seçimmiş, kötülüğün, adam olmanın, ya da olamamanın bir seçim olduğu gibi. Verdiğin zaman 2 katını geri alırmışsın eğer ki 2 katını geri almak için vermemişsen. Masalın sonunda hep iyiler ve iyilik kazanacakmış. Çünkü dünyayı güzellik kurtaracakmış.
Ve
Bir insanı sevmekle
Başlayacakmış her şey…

2009 biterken

Bu yıl çok başarılı yönetmen Çağan Irmak’ın filmi Issız Adam’ ve film müzikleri ile başladı. Anlamazdın anlamazdın, kadere de inanmazdın...’ dedik hep birlikte Ayla Dikmen’le. Baktık ki daha sonra ıssız adamlar kadar hatta daha da fazla Kızsız adam’lar ve hatta ‘İşsiz adam’lar var etrafta. Bana yalan söylediler, bana yalan söylediler, kaderden bahsetmediler’ dedik Semiramis Pekkan’la… Sonra Çağan Irmak bir film daha yaptı, filmin adı ‘Karanlıktakiler’ Bu sefer filmdeki oğlumuz ‘işsiz adam’ değildi belki ama belki ‘karanlıktaki adam’dı, yanlış anlaşılmasın, ‘karanlık adam’ değildi sadece karanlıktaydı. O film çok tutmadı çünkü ‘ıssız’ olmak daha eğlenceliydi, hem belki çoğumuz karanlıktaydık… Ve belki karanlıktakiler en aydınlıkta olanlardı…

Sonra ‘krizdeki adam’ için çözüm önerileri geldi… ‘alın, verin ekonomiye can verin!’ krizdeki adam ‘alışverişteki adam’ olacak böylece bütün problemlerinden kurtulacaktı, ‘karısı alışveriş yaparken, alışveriş merkezinde sıkılan adam’, Kemeraltı ya da Kızlarağası Han’ı yoktu artık, ya da oradaydılar, ama eskisi kadar giden yoktu, artık alışveriş ve yaşam merkezleri vardı. AVM’ler… Bütün alışveriş merkezleri eski hanların mimari planlarına göre yapılmıştı sadece biraz daha modernlerdi, peki değişen neydi? Belki eskiden, yanında o gün siftah yapmamış komşusuna müşteri gönderen bir ticaret anlayışı vardı ve zaten komşular açken tok yatılmaması gerekirdi. Sözler senetlerden değerli, değerler eski radyolar gibi çatıda saklı değildi. Kemeraltı’na çıkmak bir bayram sevinciyken, alışveriş kültürü, bayramlaşma kültürümüz gibi sıradanlaşmış mıydı? Kemeraltı’nda alışveriş kültürü ruhumuzun ihtiyacı olan bir şölen ve muhabbet alanı iken, AVM’ler artık sanal ve suni bir dünya mı sunuyordu yoksa bize?

Şimdi modern adam’lar vardı ve modern masallarda şeytan marka giyerdi. Marilyn Monroe yatakta ne giyer?’ sorusunun cevabını (Chanel No.5) bilen reklamcılar yetişmişti. Modern adam’ın sigarası Marlboro, içkisi Chivas olmalıydı, o zaman alışveriş yapmak lazımdı. Evet, alışveriş yapabiliyorduk, o halde vardık.

Bir taraftan safiyetini kaybetmeyen adamlar vardı, ‘Recep İvedik’ yolda bulduğu cüzdanı sahibine ulaştırmaya çalışan saf genç delikanlıydı. İnsanlar artık Recep İvedik’e kahkahalarla gülüp geçemeyecek kadar hayatı ciddiye almaya başlamışlardı. Recep’i izlemem o halde entel’im diyen ‘ciddi adam’lar vardı. Safiyetini kaybetmemek çok önemliydi.

Ya artık masum değildik hiçbirimiz, ya da ‘hepimiz masum’duk. 2010 Dünya kültür başkenti olacak İstanbul’da Masumiyet Müzesi (Orhan Pamuk’un bu yıl en çok okunan kitabı, kitapta olaylar marka bir çanta alışverişi ile başlıyor) kurulacaktı belki. Masumiyet, müzede gezip görülecek, hatırlanacak bir şey haline mi gelmişti, yoksa hala gurur duyup dünyaya sergileyecek değerlerimiz olduğunun bir kanıtı mıydı bu? Masumiyet hayatın kendisi gibiydi, her şey vardı içinde.

Adamlar bir de bu yıl aşk açılımı yapmışlardı. Elif Şafak’ın Aşk adlı kitabını pembe kapaktan okumak istemeyen, ‘aşk’ı gri kapaklı okuyan adam’lar vardı etrafta. Her şey alışveriş üzerine miydi? Popüler kültür, tüketim üzerine oturmuştu. Reklamlar, pazarlama, satış ve satış. Tüketiyorum, o halde varım. Aslında üretiyorum, o halde varım desek daha mı iyi olurdu? Alış veriş kültürümüz, kültürel alışveriş ve sevgi alış verişi üzerine yoğunlaşsa fena mıydı? Ama bunun için gerçekten adam olmak ve belki biraz da deli olmak lazımdı. ‘Deli adam’lar ortada yoktu fazla. Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Bey’e nasihatler şöyle bitiyordu. ‘Unutma oğul, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.’

2008 biterken


‘Zamana hakimsen hiçbir şey iniş ya da çıkış değildir’ dedi, 2008’in son ayında bir bilen kişi. İnişler, çıkışlar, krizler, düşüşler, kalkışlar, yenilgiler, zaferler nasıl oluyor da zamana hakim olunca gerçekten var olmuyorlar? Yani biz var olduklarını zannediyoruz. Ama aslında olan öyle olmuyor.

Aslında belki gerçekten her şeyi zannediyoruz. Yani zannetmek güzeldir diyoruz. Belki kriz ‘psikolojik’se, kriz var zannediyoruz. Yoksa her şey çok güzel olacak diyor, mutlu oluyoruz.

Tamam, belki yaşamak zaten zannetmek, ama aç kalmak, parasız kalmak nasıl olur da iniş hali olmaz mesela? Ya da tam tersi… Belki gerçekten bazen kaybolmak, kendini bulmak oluyor ve dolmak için boşalmak gerekiyor. Belki zamana hakim olmak gerçekten bütün bunlara hakim olmak oluyor. Belki hala boşanmak için 2 şahit gerekiyor ama ‘zamana hakimsen, her şeye hakim’ oluyorsun. Hakim değilsen, bir şeyi kaybettiğinde neler kazandığını bu eksik hakimiyet kudreti ile anlayamıyor, kuduruyorsun. Kaybettiğini zannediyorsun. Su boğar, ateş yakarmış, taşın sert olduğunu insan bu yaşa gelince anlarmış diyor, büyüdüğünü zannediyorsun. Yaş 35, yolun yarısı, zamana hakimsen bir aritmetik hatası oluyor senin için.

Matematiği seviyorsun hep zor gelmiş olsa da. Matematik insana hep zor gelir zaten, aritmetik…1 yıl kaç gün 365 gün mü? 365,242199 gün mü?

Vazgeçiyorsun. Yaşamayı seçiyorsun. Zamanı kutlamayı öğreniyorsun. Öldürmeyen her darbe artık seni güçlendiriyor. Yaşamı kutluyorsun.

Ya da öyle zannediyorsun.

Aşk, para, zaman sizinle olsun. Bol olsun bu yıl.

Hep beraber evde zeytin yapıyoruz…

Aslında hep farkında olduğum bir şeyi hatırladım geçenlerde. Biz (yani annemler) misafir geleceği zaman, belki tadına alışık değildir diye çarşıdan zeytin alırdık. Çünkü hatırladım ki biz hep doğal zeytin yerdik. Babam harika zeytin yapar. Ev yapımı zeytin… Çizik zeytin, kırık (kırma) zeytin çekişte… İşte o an kardeşimle beraber tekrar zeytin yapmaya karar verdik. Bunun için yaptıklarımızı size anlatmadan önce belki siz de denersiniz diye gerekli malzemeleri sayacağım.

Gerekenler
• Bir adet zeytin ağacı
• Bir sepet ya da bir torba
• Mucizeler yaratacak olan eller
• 1 adet kavanoz
• Musluk suyu, içme suyu
• Limon
• Tuz
• Bir adet bıçak- çizik zeytin için
• Bir adet ceviz kıracağı- kırık zeytin için

Şimdi önce istediğimiz miktarda zeytini ellerimizle ağaçtan topluyoruz. Yeşil olan zeytinleri tercih ediyoruz. Siyahlaşmış olan hurma olanlar zevk ve tercih meselesi. Ben yeşil zeytinleri anlatacağım. Eve geliyoruz. Rahat çalışabileceğimiz bir yere kuruluyoruz. Çizik zeytin yapmak için zeytinleri 2 ya da 3 tarafından bıçakla kesiyoruz. Zeytin bütün olarak kalıyor ancak zeytinin etrafında 3 adet çizik oluşuyor. Çizdiğimiz zeytinleri kavanoza dolduruyoruz. Kırık zeytinler için ceviz kıracağı ile zeytinlerin başını patlatıyoruz. Kavanozlarımız çizdiğimiz ya da kırdığımız zeytinler ile dolduktan sonra kavanozları su ile dolduruyoruz.

Buraya kadar her şey harika oluyor. İş bitti gibi görünüyor ancak iş esas bundan sonra başlıyor. Zeytinlerin suyunu 10 gün boyunca her gün değiştiriyoruz. Ve damak tadımıza göre su değiştirme süresini uzatıyoruz. Son günlerde servise yakın biraz limon suyu ya da yarım bir limonu da kavanoza ekleyebiliriz. Damak tadımıza göre tuz da koyabiliriz. Ben hiç tuz kullanmadım gerçi.

Zeytin yapmak gerçek bir meditasyon, terapi ve bir mucizeler silsilesinin başlangıcıdır. Meditasyonun bir tanımı olan bitenle beraber olmaktır, 10 gün (ya da daha fazla süre) zeytinlerle beraber olmak her bünyeye iyi gelir. Kırdığımız, çizdiğimiz ve patlattığımız şey zeytin olduğunda insanları ve kendimizi kırmamayı, çizmemeyi, kafalarını patlatmamayı öğreniriz. Ve bu da her bünyeye iyi gelir. Olan bitenle beraber oluruz, zeytinleri gözlemlemeyi öğreniriz. Olan biteni gözlemlemeyi öğreniriz. Kırık olan çizik olan sadece zeytin olur biz kırık, zeytinin (çekiştenin), çizik zeytinin tadını çıkarırız.
Zeytin mucizenin kendisidir. Onu yersek biz de onun bir parçası oluruz.