5 Ekim 2013 Cumartesi

NEDEN KÜLTÜREL MİRAS?

NEDEN KÜLTÜREL MİRAS?- 1

İnsan, yeryüzü sahnesinde ürettiği ‘kültür’ ile var olan bir türdür. Doğumu, yaşamı, ölümü, yemesi, içmesi, yaşamına dair bütün uygulamaları, üzerinde yaşadığı dünyayı ve evreni kavraması ve açıklaması ürettiği somut ve somut olmayan kültürel yaratmalar ve kodlar aracılığı ile hayat bulur. İnsan, dünya coğrafyasındaki konumuna ve dağılımına göre farklı kültürel evrenler, çeşitli kültürler oluşturmuştur ve her kültür başlangıçtan bu yana günümüze ulaşmış, günümüzde de üretilmeye devam etmektedir. İnsanlığın tarihsel tecrübesi, günümüzü aydınlatacak pek çok sır bu kültürel mirasın içinde gizlidir ve hassas bir şekilde korunarak anlaşılarak yaşatılmalıdır.      
Bozkurt Güvenç,  Türk Kimliği adlı kitabının başında antropolojinin ‘öteki’ni anlama çabası olduğunu fakat bir diğer mühim çabanın ‘kendini’ anlamak ve bilmek olduğunu ifade eder.  Hindistanlı bir antropolog Sirinivias’tan şöyle bir alıntı yapar:
‘Her insan en az bir kere doğar. Onlardan küçük bir bölümü yabancı toplum veya kültürleri tanıyıp tanıtarak ikinci kez doğar, bizim gibi insanbilimci olur. Ama bizlerden çok azı, bununla da yetinmeyip, kazandığı gözlem gücü ve deneyimle kendi toplumunu incelemeye girişir ve üçüncü kez doğar. Sizleri, son adımı da atıp üçüncü kez doğmaya çağırıyorum.’ (Güvenç, 1996)[1]
            Kendini bilmek, bu bağlamda kendi öz kültürünün gizlerinin farkında olmak sadece sosyal bilimciler için değil, şüphesiz herkes için geçerli bir gereksinimdir. Zira kişinin kendisine giden en ‘yakın’ yollardan biri kendi kültürü üzerinden olacaktır.  Bu noktada ‘kültürel miras’  denilen büyülü bir derya devreye girer. ‘Kültür’ün sayısız tanımı vardır. ‘Kültür’ü anlamanın bir yolu kültür arkeolojisi yapmak, kültürel mirası bilmek, tanımak, tanıtmak ve yaşamak ile mümkün olacaktır. Bu da halk bilgisini derinden kavramak, incelemek ve araştırmakla mümkün olup halk bilimcilerin disiplinler arası işbirliği ile yapacakları yoğun çalışmalar ile mümkündür.
Halk bilgisi(folklor), Metin Ekici’nin ifade ettiği gibi beşikteki bebeğe söylenen bir ninni, aşkı, tutkuyu, kederi ve coşkuyu dile getiren bir türkü, Keloğlan’ı Peri Kızıyla mutluluğa eriştiren, Kaf Dağı’nın ardında yaşananları anlatan bir masal, bir düğün, her ilmeği sırlarla dolu bir resmi bütünleyen bir halı veya kilimdir.[2]   Folklor,  ‘kültür arkeolojisinin kendine özgü üniversite içi bilimsel alanının yanında, arkaik veya yakın zamanlarda, kırsalda veya kentselde, yazısala veya sözelde oluşmuş birliğin yani ortak belleğin ‘dışa vurumu’’ olarak tanımlanabilir. [3]
‘Ortak belleğe’ sahip olmak nedir peki? Ortak belleğe sahip olmak belki, ‘biz kimiz’ sorusuna, bir ‘Türk filmi izlerken gözleri yaşaran insanlarız’, Adile Naşit ve Münir Özkul’un çocukları, İnek Şaban’ın, Damat Ferit’in sınıf arkadaşları, çılgın pilot Vecihi’nin yeğenleriyiz diyebilmektir.  Hastalanınca ‘nane, limon kabuğu, bir tutam zencefil’ kaynatıp içer, Zümrüdü Anka masallarıyla büyürüz diyebilmektir belki de.
Ancak günümüz popüler kültüründe ve kültür endüstrisinde, Muharrem Ergin’in, ‘Türk çocuklarının ruh ve kafa yapısını tek başına sağlam tutacak kudrette ve karakterde bir eserdir’ (Ergin, 1969) [4] dediği Dede Korkut Kitabı’ndaki Banu Çiçek karakteri Pamuk Prenses kadar yaygın değildir. Dünyanın ortak belleğinde yer alan, Grimm masallarından olan ve çok sevilen, ormanda beyaz atlı bir prens tarafından kurtarılan Pamuk Prenses bilinirken, değil beyaz atlı bir prens tarafından kurtarılmak, kendisi kadar iyi ata binebilen bir eşi kendine seçen Banu Çiçek genç kitleler tarafından bilinmemektedir. Ve modern toplum hayatında ‘rol model’ arayışında olan genç kuşakların popüler kültüründe bir rol model olarak var olmamaktadır.  
Bu kültürel bellek yoksunluğu tüm dünyada, tüm kültürlerin az çok yaşadığı bir olgudur. Günümüzün hızla gelişen teknolojisi, yerleşen hızlı tüketim alışkanlığı, değişen yaşam biçimleri, kentleşme ve kentsel dönüşüm, medya ve popüler kültür, küreselleşme tüm dünyada yerel kültürleri ve gelenekleri, masalları koruyamama ve dolayısıyla gelecek kuşaklara aktaramama endişesi oluşturmaktadır. Ve pek çok kültür, kendi kültürel miraslarının yok olmasından, gelecek kuşaklara aktarılamamasından endişe duymaktadır. Türk kültürü de doğal olarak bu rüzgârdan nasibini almış ve almaktadır.
Ancak genç kuşakları kendi öz kültürlerini bilmemek, tanımamak, yaşamamak,  dillerini doğru kullanmamak, geleneklerini unutmak ve yabancı kültürlerin tesiri altında kalmakla suçlamak ve eleştirmek yapıcı bir çaba olmayacaktır. Bu tip bir eleştirel yaklaşım yerine genç kuşakların kültürel mirası yaşayacakları ortamları yaratmaya yönelik çabalar çok daha verimli sonuçlar doğuracaktır. ‘Kültür endüstrisi’ olarak adlandırılan çağın önemli bir sektörü ve ‘bacasız sanayi’ olarak adlandırılan turizm sektörü ‘bu kültürel mirasın ‘kültür mimar ve mühendisleri’ tarafından oluşturulursa’ (Oğuz, 2009:78) yani halkbilimciler ve ilgili sosyal bilimciler tarafından inşa edilirse, kültürel mirasın yaşatılması için zemin oluşturulmuş, bu zeminde engin kültürel miras aktarılmış ve bu alanda bir devinim sağlanmış olacaktır. Bu çabalar,  işsizlik garantili görülen ve bu yüzden tercih edilmeyen halkbilimi, sanat tarihi, antropoloji, Türkoloji gibi bölümlere olan cazibeyi arttıracağı gibi genişleyen sektör hacminden dolayı pek çok farklı alanda da ciddi bir istihdam oluşturabilecek, bunun yanında da ülke ekonomisine ciddi katkılar sağlayabilecektir. Fakat daha da önemlisi kendi kültürel kimliğinin farkında ve bununla gurur duyan bir genç başı sıkıştığında ya da dara düştüğünde bir şiirde, bir mısrada, bir türküde, bir atasözünde ya da bir masalda derdine derman aramayı ve bulmayı bilecektir.


[1] GÜVENÇ, Bozkurt Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, 1996
[2] EKİCİ Metin, Halk Bilgisi (Folklor) Derleme ve İnceleme Yöntemleri, Geleneksel Yayınları, 2011
[3] OĞUZ, ÖCAL, Somut Olmayan Kültürel Miras Nedir?, Geleneksel Yayınevi, 2009
[4] ERGİN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, 1969

6 Nisan 2012 Cuma

f. çağnur şarman: “Bir tatlı huzur pişirdim, biraz alır mısınız?”

f. çağnur şarman: “Bir tatlı huzur pişirdim, biraz alır mısınız?”: ‘Sırlı bir dünya’                               MUTFAK Bir varmış, bir yokmuş, ‘dünya’ adlı bir gezegen varmış. Bu gezegende çiçekler ...

5 Nisan 2012 Perşembe

f. çağnur şarman: “Bir tatlı huzur pişirdim, biraz alır mısınız?”

f. çağnur şarman: “Bir tatlı huzur pişirdim, biraz alır mısınız?”: ‘Sırlı bir dünya’                               MUTFAK Bir varmış, bir yokmuş, ‘dünya’ adlı bir gezegen varmış. Bu gezegende çiçekler ...

3 Nisan 2012 Salı

“Bir tatlı huzur pişirdim, biraz alır mısınız?”

‘Sırlı bir dünya’
                           MUTFAK
Bir varmış, bir yokmuş, ‘dünya’ adlı bir gezegen varmış. Bu gezegende çiçekler susuz yaşayamaz, aslanlar, kaplanlar avlanır, büyük balık, küçük balığı yermiş. İnsan yemek yiyerek yaşamını sürdürebilir bir şekilde tasarlanmış. Bu kıran kırana çekişmeli oyunun içinde insan yeme içme mecburiyetini büyüler, törenler ve şölenler yaratarak, dünya ile farklı ilişkiler kurarak geliştirmiş.
Farklı coğrafyalarda toprağın, havanın, suyun gösterdiği değişkenlik, yenilen içilenlere ve yeme içme biçimlerine yansımış. Dünyanın tek tip ve artık çok hızlı dönen küresel bir köy olması, her yerde patates, hamburger, kola menülerinin yaygınlaşması insanların hayatını kolalaştırmak vaadi ile “tat” duygusunu almış ellerinden. Anneannelerin sevgi ile pişirdikleri, ellerinden akıttıkları güzel enerjili kurabiyeler yerlerini ayakta ve koşarak yenebilecek şekilde tasarlanmış hazır gıdalara bırakmış.
    Yemekleri pişirenlerin ellerinden sevgi enerjisi geçmeden, o yemekler amaçsız telaşlar içinde, müziksiz, sohbetsiz, neşesiz paylaşılmadan yenilir olmuş. Bu mu bereketi azaltırmış, bereket azaldığı için mi artık tadı, neşesi kaçmış yemeklerin, dostlukların, sohbetlerin, paylaşımların?
Yok, böyle olamazmış, evren bolluk ve bereketi bize sunmaya niyetliymiş. Yeter ki yaşamı kutlayalım ve onu kutsayalım. Bir bardak su içerken bile bunu bir şölene çevirelim. Doğa, Neşe, Bolluk ve Bereket Tanrısı Dionysos’un topraklarında, bolluğu, bereketi, doğayı kutlayalım.
Kutuplarda yaşayan Eskimolarda da değişik yeme içme adetleri varmış, Afrika’daki  değişik kabilelerde de, Ekvator yerlilerinde de. Yemek pişirmek, misafir ağırlamak, değişik kültürlerde biçim biçim imiş. Yani her yiğidin bir yoğurt yiyişi varmış. İstanbul’da, Büyükada’da çocukluğunu geçirmiş, İstanbullu Angela Günberk, İstanbullu Rumların örf, adet ve geleneklerini anlattığı “Bir de benden dinleyin” adlı bir kitap yazmış mesela. İstanbullu Rumların yeme içme adetlerinden söz etmiş gelecek kuşaklara aktarılsın, unutulmasın diye. Neşeli, müzikli, sohbetli ve lezzetli mezeli yemeklerden bahsedermiş. Yemeği yemek yapan sevgiyle neşeyle paylaşmakmış biraz da.
Eskiden meyhaneciler varmış,  Kör Niko, Despina, Agop gibi. Meyhaneye akşam ezanı ile gidilir yatsıdan önce adabıyla eve varılırmış. Meyhaneciler mahallelerin psikiyatristleriymiş, sırdaşlarıymış bir ölçüde. “Gönül ne mey ister ne meyhane, gönül sohbet ister her şey bahane” denirmiş. Bu bir fincan Türk kahvesi için de geçerliymiş. Kahve içerken muhabbetin tadına varamayan, kahvenin de tadına varamazmış, işte o zaman da o kahve yaramazmış.       
Lezzet ve muhabbet sadece yeme içmenin değil hayatın da altın kuralıymış. Lezzetli yemekler mutfakta, güzel insanlar bu hayatta pişermiş. Mevlana bile felsefesini hamdım, piştim, yandım diye özetlemiş. Çayı, pilavı nasıl demlemek gerekiyorsa lezzetli olması için, insanların da demlenmeye ihtiyacı varmış. Nohut, fasulye, buğday nasıl bir gece önceden ıslatılıyorsa pişirmeden, insanlar da pek çok sulara girermiş pişmeden ve bazen “önceden ısıtılmış fırınlar” gerekirmiş pişmek için. Bütün bunlar mutfakta olurmuş. “Bir tutam baharat” bazen anlatırmış her şeyi, acı biber, kara biber bir tarafta şeker, tatlı biber bir taraftaymış ama bir de tarçın varmış, hem acı hem tatlı olan, acıyı tatlı, tatlıyı acı yapan, dengeleri kuran. Çörekotunun bir tek ölüme çaresi yokmuş, sirke mikropları da kötü enerjileri de kovarmış.
“Mutfak” aslında büyülü bir dünyaymış. Oradan saçılan sevgiyle pişmiş ve paylaşılmış her şey şifalı ve kudretliymiş. Ama artık mutfaklar boş, evler müziksiz, neşesiz insanlar sohbetsiz kalmış. Mutfaklar küsmüş, bereket azalmış. Gökten üç elma düşmüş, biri mutfakta sevgiyle pişen lezzetli büyüler, biri insanları neşelendiren müzik, diğeri de onlara eşlik edecek muhabbet için…

 

31 Ocak 2012 Salı

f. çağnur şarman: 'Ey hayat! ben Çeşme'ye gidiyorum, beni takip et'!!...

f. çağnur şarman: 'ey hayat ben Çeşme'ye gidiyorum, beni takip et'!!...: EGE’DE YEREL POTANSYELİ DEĞERLENDİRMEK MÜMKÜN MÜ? İLLA BÜYÜK ŞEHRE Mİ KAÇMAK LAZIM? İyi eğitim görmüş, görmüş geçirmiş insanlar i...

'ey hayat ben Çeşme'ye gidiyorum, beni takip et'!!!


EGE’DE YEREL POTANSYELİ DEĞERLENDİRMEK MÜMKÜN MÜ?
İLLA BÜYÜK ŞEHRE Mİ KAÇMAK LAZIM?


İyi eğitim görmüş, görmüş geçirmiş insanlar illa ‘modern zamanlar’ da, ‘modern şehirler’ de mi yaşamak zorundadır? İş imkânları, kültür, sanat, yani hayat oralarda mıdır? İstanbul için de bu geçerlidir. Hayat sadece Taksim, Cihangir, Şişli, Gayrettepe etrafında mıdır? Büyükada’da oturulamaz mı? Nerededir bu hayat? Nedir bu hayat? Modern olmayan yerlerde neden yoktur bu hayat? Doğduğun yer değil, doyduğun yerde midir hayat? Hayat doymaktır o zaman evet, belki de… Ya da doyduğunu zannetmek…


Ege’de bir köy olan, Bademler Köyü’nde, köylüler tarhana yaptıktan sonra tiyatro provalarına gidiyor, köylerindeki tiyatrolarında oyunlar sergiliyorlar çevre köy ve kasabalılara, hatta şehirdekilere…   Mordoğan’da yaşayan bir kaptan balık tutma faaliyetleri, şenlikleri düzenliyor…Ya da İstanbullu, çok değerli, sanatçı bir aile İstanbul’u bırakıp, Bodrum’a bir kasabaya yerleşip, Bodrum Filarmoni Projesi’ni geliştirebiliyor… 

Fazla nitelikli olmak, ya da olmamak…

Bir işe sadece bilgisayar bilmesi yeterli biri aranıyorsa, bilgisayar bilmeyen bir kişi bile alınıp eğitilebilir, fakat sadece bilgisayar bilmesi gereken bir iş konumuna bilgisayar, İngilizce, Fransızca, almanca, teknik resim, muhasebe programları, grafik ve çizim programları, iyi beste yapıyor olabilme özellikleri olan biri alınmaz. Hani denir ya ‘eksiği yok, fazlası var.’ Bu fazla özelliklere sahip (over-qualified) olmak her zaman az yetenekli olmaktan daha zordur. Fazla özellikli,  fazla nitelikli insan, iş gücü, beyin gücü ya da potansiyeli de illa ‘şehir’ de yaşamalı, fazla nitelikli olmanın bedelini mi ödemelidir? Eğer bu bir bedel ödemek ise?

İyi eğitim görmüş, nitelikli insan ve iş gücü kendisini küçük ölçekli bir şehirde, kasabada, ya da köyde gerçekleştiremez mi?  Göç, ya da büyük ve gelişmiş modern bir şehir’de yaşamak mecburi mi?

Yerellikten küreselliğe biraz da bu olsa gerek… İzmir’de, Ege’de yaşayan bir genç kendisini uluslararası standartlarda, olanaklarda, bakış açısında ve kalitede hissedip, burada üretken olabilir mi? Ya da sadece var olabilir mi?

Ege’de ‘kültür endüstrisi’ (Adorno ve Horkheimer’ın ortaya attığı ‘kültür endüstrisi’ kavramından farklı olarak) acaba bir istihdam alanı olabilir mi? Yoksa bu sadece bir rüya mı?
‘Gerçek, düş artı zamandır’ dersek, belki rüya ise de gerçekleşebilir… Biz de köyümüzde var olabilir, karnımızı doyurabiliriz… Kim bilir? 

18 Ocak 2012 Çarşamba

KÜLTÜREL MİRAS ETKİNLİKLERİ


‘DİONYSOS ŞENLİKLERİ’
KÜLTÜREL MİRAS ETKİNLİKLERİ
İzmir, yıl 2022…

B
ir varmış bir yokmuş, evvel zaman  içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zaman zaman içine girmiş,  yıl 2022 olmuş.

Ege'nin incisi güzel İzmir,  dünya çapında kültürel butik etkinliklerin, kültürel miras turizminin, doğal yaşam kalitesini arayanların dünyadaki başkenti olmuş. İzmir’de yıllarca uğruna emek verilen ‘yenilik’ ve ‘kalkınma’ çalışmaları yerini bulmuş.

Vaktiyle oluşmuş ve hala oluşan yeni ve yaratıcı fikirler ticari yarara dönüşüyor İzmir’i, çevresini hatta tüm Egeyi maddi manevi refaha kavuşturmuş. Kamu kuruluşları, üniversiteler ve özel sektör, sivil toplum kuruluşları iletişim ve işbirliği içinde imiş.      
Artık İzmir tıpkı antik dönemde ve tarihsel süreçlerinde olduğu gibi dünya çapında bir ışıl ışıl bir liman kenti olmuş. Akdeniz ve dünya ticaretinin önemli bir kilit noktası, şarap ve zeytinyağı gibi bölgeden gelen çeşitli ürünlerin ihracatını yapan, sanayisi özel ve örnek  şekilde gelişmiş, ekonomik refah içinde yaşayan bir kültür ve sanat kenti olmuştur.
Artık burada doğan gençler beyin göçü yapmıyor, iş bulmak için İstanbul’a ya da yurt dışına gitmiyor, şehir dışı tüm seyahatleri sadece kendilerini geliştirmek için oluyormuş.

Artık İzmir kültür sanat fabrikalarının çoğaldığı, kültür endüstrisinin Türkiye’deki ve dünyadaki butik bir pilot merkezi haline gelmiştir. Kültürel butik etkinlikler, kültürel miras etkinlikleri ve kültür turizmi, doğa, sağlık ve eko turizm kadar gelişmiş Ege turistlerle ve bu bacasız sanayinin getirdiği refahla ülke ekonomisine fazlasıyla katkıda bulunur olmuş.

Örneğin, Kültürel Miras Etkinlikleri, ‘Dionysos Şenlikleri’ örneği yapılır olmuş her yıl. Eskiden olduğu gibi geleneksel, eskiden olduğu gibi özel olurmuş. İnsanlar Çin’den, İspanya’dan, Yeni Zelanda’dan sadece bu butik etkinliğe katılmak için gelir, gelmişken gezer, dönerlermiş ülkelerine.

Çünkü herkes, başta üniversiteler, tiyatrocular, güzel sanatlar fakülteleri, müzisyenler, dansçılar, kostümcüler, aksesuar tasarımcıları, şairler, yazarlar, gösteri sanatları ustaları, şarapçılar, doğa dernekleri, doğaseverler, STK’lar, çorbada kimin tuzu olabilirse bir araya gelmiş, eskiden olduğu gibi ‘Dionysos sanatçıları’ ruhu ile birleşmiş ve birlikte ortaya tılsımlı şölenler düzenler olmuşlar.  
Aksesuarlar için uhu satan bakkal da kazanmış, koreograflar, dansçılar da, kostüm tasarımcıları da, ev kadınları da, çiftçiler de, çobanlar da, sosyal bilimciler de, turizmciler de, halıcılar da, dericiler de, masörler de, kendisini var ederek çalışma fırsatı bulan işsiz insanlar da, bölge de, ülke de…
İzmir yaşaması çok heyecanlı, rüzgârı ürperten ve güzelliğin büyüsünü tüttüren mutlu bir şehirmiş.